Reşat Ekrem Koçu’nun kaleminden: İstanbul Tulumbacıları

İstanbul-Tulumbacıları

İstanbul Tulumbacıları

REŞAT EKREM KOÇU

Doğan Kitap 2016

Bu yaz neredeyse ülkenin her yerinde çıkan orman yangınlarında yüz binlerce ağaç yok olurken orman canlıları da öldü. Osmanlı döneminde ahşap mahalleleri ve hatta semtleri küle çeviren büyük yangınları ve onları söndürmeye çalışan tulumbacıları ve yaşamlarını Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Tulumbacıları kitabında anlatmıştı.

AHMET EKEN 

Bu yaz neredeyse ülkenin her yerinde çıkan orman yangınlarında yüz binlerce ağaç yok olurken orman canlıları da öldü. Yangın uçaklarının eksikliğinden bir türlü söndürülemeyen yangınlar hepimiz için büyük üzüntü kaynağı oldu. Osmanlı döneminde bir türlü sönmeyen, ahşap mahalleleri ve hatta semtleri küle çeviren büyük yangınlar ve onları söndürmeye çalışan tulumbacılar geldi aklımıza. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Tulumbacıları kitabı o dönemde yangınların nasıl söndürüldüğünü, tulumbacıların yangınlardaki rolünü anlatır. Bu kitaba yakından bakalım.

Tarihçi, yazar Reşat Ekrem Koçu, roman, hikâye, inceleme ve 1944-1973 yılları arasında yayımlanan, tamamlayamadığı 11 ciltlik İstanbul Ansiklopedisi ile tanınmaktadır. 1975 yılında İstanbul’da vefat eden Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Tulumbacıları isimli kitabı otuz yıllık bir çalışmanın ürünüdür. İlk baskısı 1981’de yapılan kitap İstanbul tulumbacılarının hayatını anlatmakta.

Yüzyıllar boyunca İstanbul’u harap eden felaketlerden biri de yangınlardır. Deprem endişesi, maliyetinin düşük olması gibi nedenlerden dolayı evlerin ahşap inşa edilmesi ve alınan tedbirlerin yetersizliği sonucu küçük bir yangın büyük bir afete dönüşüp yüzlerce, hatta binlerce yapı kül olup yanarken pek çok insan da hayatını kaybetmiştir. Örneğin 1633 yılında Cibalikapı’nın dışında başlayan bir yangın hızla büyümüş, dört bir tarafa yayılarak yüzlerce evi, pek çok sarayı, camileri, mescitleri, hamamları kül etmiştir. Bu yangında yanan binalardan bir tanesi de Aksaray’daki Yeni Odalar denen yeniçeri kışlasıdır. 1701 yılındaki yangında ise Kapalıçarşı ve çevresi büyük hasar görmüş, esnaf büyük zarara uğramıştır. Ve tabii bir de her yangının neden olduğu can kayıpları var. Tarihçilerin yazdığına göre, 1660 yılında yaşanan Ayazma Kapısı yangınında enkaz altında kalanlar hariç 2.700 kişi hayatını yitiriyor.

Reşat Ekrem Koçu, kitabıyla ilgili olarak otuz yıllık bir çalışmanın sonucu diyor ve aşağıdaki bilgiyi veriyor:

“İstanbul tulumbacıları üzerine şimdiye kadar yazılanlar yalan ve yanlış (…) şeyler olmuştur. Teşkilatıyla, âdet ve ananeleriyle, koğuş nizamları ve hayatıyla, çalgılı kahveleri ve buradan doğmuş koşmaları, semaileri, ayaklı manileri ve destanlarıyla, destanlara geçmiş aşk ve cinayet vakalarıyla, o renkli, sisli aleme girmeden tarihî bir başlangıca muhtacız.”

İstanbul’u harap eden yangınlara karşı yöneticilerin düşündüğü ilk tedbir halkın bu konuda önlemler almasını istemek olmuş ve 1529 yılında İstanbul kadısına hitaben yazılan bir fermanla bu önlemler açıklanmıştır. Buna göre herkesin evinde çatıya ulaşabilecek bir merdiven ve büyük bir fıçı su bulundurması mecburidir. Ayrıca yangın çıktığında kimse kaçmayıp söndürme çalışmalarına katılacak, şehrin asayişinden sorumlu olan yeniçeriler ve çevrede yaşayanlar yetişinceye kadar yangınla mücadele edilecektir. Ancak bu önlemlerle yerinde, daha başlar başlamaz söndürülemeyen yangınların ahşap bir kentte afetlere yol açacağı açıktır ve öyle de olmuştur.

Konuyla ilgili 18. yüzyıl başlarında çok önemli bir gelişme yaşanır. 1716 yılında İstanbul’a yerleşmiş ve donanmaya katılmış olan Davud Ağa tulumbayı icat eder ve bazı yangınlarda bizzat kullanıp yararlarını gösterir. Dönemin sadrazamı Damat İbrahim Paşa bu buluşa büyük önem verir ve Yeniçeri Ağalığı’na bağlı bir Yangın Tulumbacıları Ocağı kurdurtup başına da Davud Ağa’yı getirir. 1720 yılında kurulmuş olan bu teşkilat Yeniçeri Ocağı’nın kaldırıldığı 1826 yılına kadar devam eder. Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra doğal olarak Tulumbacılar Ocağı da sona erer ama bu yangınlar son bulmayacaktır. Bu olaydan kırk sekiz gün sonra Büyük Hocapaşa Yangını olur ve artık yeniçeri tulumbacıları mevcut olmadığı için ateşe tulumbalarla müdahale edilemez. Kol kol yayılarak hızla büyüyen yangın şehrin beşte birini yok eder. Bu olaydan sonra tulumbacıların önemini anlayan yetkililer hızla harekete geçerler…

Münif Fehim’in çizgileriyle tulumbacılar. Dünden Hatıralar, Ercüment Ekrem [Talu]-Münif Fehim, Yedigün Neşriyatı, 1945.

Yeni kurulan ordu teşkilatı “Asâkir-i Mansûre” içinde tulumbacı takımları oluşturulur. Başına “Tulumbacıbaşı” adı verilen bir kişi tayin edilir. Yeniçerilik döneminde olduğu gibi karakollara bir yangın tulumbasıyla, tulumbayı kullanacak sayıda asker yerleştirilir. Ancak ilerleyen yıllarda yangınları söndürme işinde bu teşkilatın yeterli olmadığı görülünce, zaptiye müşirliği ve 1855 yılında da kurulan şehremaneti, belediye merkezlerinde tulumbacılık teşkilatı kurmaya karar verir. İstanbul yeni bir uygulamayla dairelere ayrıldığı için her belediye dairesi tulumbacı takımları oluşturur.

Koçu bu takımlar hakkında şöyle anlatır:

Belediye daireleri merkezlerinde teşkil edilen tulumbacı takımının efradı da semtin hamal, ırgat, kayıkçı, mavnacı, arabacı gibi ayaktakımının arasından seçildi. Bu boydan tüvana (güçlü) ve şahbaz (gösterişli, yiğit) gençler belediye tulumbacısı yazıldı. Gündüzleri kendi işleriyle meşgul olan ve ancak yangın çıktığı zaman yangın tulumbası sandıkları başlarına koşan bu tulumbacılar (…) bekâr uşaklarıydı.

Ve bu gençlere geceleri bir arada bulunmaları için yatabilecekleri bir koğuş tahsis edilir. Bunun dışında günde bir çift tayın, senede bir kat elbise ve esnaf tezkirelerini bedava olarak alırlar. Başlarına bir reis tayin edilir. Belediye tulumbacılığının başlamasıyla birlikte mahalle tulumbacılığı da ortaya çıkar. Mahallenin ele avuca sığmaz gençleri bu yeni vazifeye büyük ilgi gösterir. Şehrin sakin yaşayışı içinde sanki bir spor kulübü gibi rağbet görürler. Mahalle tulumbacıları, “Mahalle ve semtin yiğitlik, şeref ve namusunun timsali olur.” Ayaktakımı denen gençlerin yanında kibar kalem efendileri, kâtipler, ilmiye sınıfına mensup kişiler de tulumbacılığı zevkli bir iş olarak kabul edip onlara katılırlar.

“Mahalle tulumbacılarının mufakati alınarak Heyet-i İhtiyarisi tarafından mahalle sandığına bir birinci reis atadıktan ve birinci reis mensupları arasından ehliyet ve şahsiyetlerine göre bir ikinci reis, bir fenerci, bir borucu ve bir de kökenci tayın ettikten” sonra tulumbacılar takım olarak faaliyetlerine başlayabileceklerdir. Ancak dışarıdan nasıl görünürse görünsün zor bir görevleri vardır. “Benim diyen babayiğidin belini büküveren, çok ağır bir iş” yaparlar. Yangın haberi gelince hemen yangın tulumbasını, sandığını sırtlanıp harekete geçen ve koşarak yangına giden tulumbacılar bazen inanılmaz uzaklıktaki mahallelerdeki yangınlara müdahale ederler.

“Gençliğinde heveskâr olarak tulumbacılık yapmış” Osman Cemal Kaygılı yakından tanıdığı tulumbacılık için, “İptidai bir yangın teşkilatı olmaktan çıkmış, bir koşu sporu halini almıştı. (…) Tabii yürüyüşle bir saatlik yol onlar için on dakikalık bir mesafeydi” demekte. Bu koşunun amacı yangına bir an önce ulaşıp söndürmek olduğu kadar, bir amacı da diğer sandıklarla yarışmaktır. Üstelik bu sportmen gençlerin ayakları 1885 yılından sonra çıplaktır. O yıl yapılan bir düzenleme ile kılık kıyafetlerine yeni bir şekil verilmiş ama nedense ayaklardan yemeniler atılıp öyle bırakılmıştır! Bu tarihten sonra “tulumbacılar yangınlara artık yalınayak koşmaya başlar. Öyle ki, kışın kar üstünde, buz üstünde, buz gibi sularda, çamurlarda, donmuş taşlarda çıplak ayakla koşup gelirler” ve yalın ayakla ateşe sokulurlar, saatlerce su sıkıp, can ve eşya kurtarırlar, bazen de can verirler.

Tulumbacıların çeşitli âdet ve ananeleri vardır. Örneğin onlara yangından “kurtardıkları evlerden, mahalle halkı tarafından bahşiş” verilir ve bahşişler sandık efradı arasında pay edilir. Bir de bayram bahşişleri vardır. En güzel kıyafetlerini giyerek “çifte nakkare, klarnet, darbuka gibi çalgı ile mahallelerinin kapılarını dolaşıp bahşiş” toplarlar. “Güvey kapama” adını verdikleri ilginç bir törenle damat olacak arkadaşlarını gerdeğe sokarlar. Mahallenin kimsesiz çocuklarını toplayıp sünnet düğünü tertip etmek de onların görevleri arasındadır. Her yangından sonra mutlaka hamama gidilip alem yapılmakta ve âdet olduğu üzere hamam sahibi onlardan para almamaktadır.

Tulumbacılığın ortaya çıkışıyla beraber İstanbul kahveleri arasına yeni tip bir kahvehane daha katılır: Tulumbacı kahveleri. Yazar o dönemi yaşamış olan dostu Vasıf Hoca’nın anlattıklarından yola çıkarak bu kahvehanelerin onların hayatında bir nevi kulüp olduğunu, tanışmanın ve sohbetin burada başladığını ifade ettikten sonra şu bilgiyi verir:

Her türlü dedikodu oradan çıkar, oradan uçurulur. (…) Cinayetlere kadar varan husumetlerin, kinlerin kazanı kahvehanede kaynatılırdı. Tulumbacı kahveleri türlü zevk ü sefalara ve türlü hazin vakalara sahne olmuşlardır. Bu kahvehaneler en revaklı (parlak) devrini Sultan Aziz ile Sultan II. Abdülhamid’in zamanlarında yaşamıştır.

Bu kahvehanelerin bazılarında ramazan boyunca çalgılı ve şiirli akşamlar düzenlenir ve bunlar “Çalgılı kahvehaneler” olarak adlandırılırlardı. İçi yeniden düzenlenen, müzisyenler için bir sahne yapılan böyle yerlerde gece teravih namazından sonra, tiryaki müdavimleri, meraklıları gelip yerlerini alınca şarkı, türkü, oyun havaları ile başlardı. Müziğin yanında tulumbacı veya değil ama şiir söyleyenlerin divanları, semaileri, manileriyle ile geceyi renklendirdikleri bu yerler halk edebiyatının önemli mekânları haline gelmişti. 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başlarında aşık edebiyatının en canlı bölümünü oluşturan tulumbacı edebiyatının bir nevi “er meydanı” ise bu çalgılı kahvehaneler olmuştu…

Koçu’nun tanıttığı tulumbacıların yaşam öykülerine baktığımız zaman kavganın ve cinayetin hayli yaygın olduğunu görüyoruz. Kendi aralarındaki rekabetler veya kişisel anlaşmazlıklar ya da rakip kabul edilen tulumbacı sandıklarıyla aralarındaki çekişme bazen sonu kanlı biten çatışmalara yol açıyor. Tulumbacı destanlarının pek çoğu işlenen cinayetler üzerine, destanda sözü edilen kişi ya öldürülmüş yani maktul ya da katil! Örneğin arkadaşını bıçaklayarak öldüren bir tulumbacı için şunlar yazılmış: “Düşmüş ayaklarıma affet diye yalvarır / Sarhoşum yoksa elim, bıçağa nasıl varır / Varsın itsün hakaret niçün kıydım o yâre / Çakıl meme üstünden açup üç derin yâre”

Yaptıkları işle, yaşayışlarıyla bir zamanların İstanbul’unun renkli bir parçası olan tulumbacılar 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren erozyona uğramaya başlar. Arka arkaya gelen savaşlar hayatı altüst eder. “Mahalle yangın tulumbası sandıklarının da revnakı, şatafatı bu devirde söner. Kahvehanelerin havasına siyasi parti dedikoduları girer ve harp gaileleri çalgılı kahvehaneleri unutturur.” Bu arada herkes gibi pek çok tulumbacı da asker olur. Artık ne semai, koşma, divan, mani okuyan kalmıştır ne de destan yazan; kısaca bir devir sona ermiştir. Bundan böyle tulumbacılık artık hafızalarda yaşayacaktır.